Mevsimsiz bir sevda masalıydı aslında yaşam. Her gün yeniden başlanılan ve her gece uykuya dalmadan önce hep yarım kalırdı dudaklarda şarkısı, yarım yamalak olsun bu şarkının da adı.
Her sabah yeni melodi ile doğardı güneş. Nerede ve ne zaman sona ereceğini bilmeden devam ederdik yolumuza şarkılar söyleyerek. Şarkı genelleme elbet, yoksa ne gam, ne büyük bir yanılgı bunca acı dolu hayatta türkü söylememek. Gerçeklerden bahsediyorum hiç acı çekmeden yaşayan bir insanın his damarı yoktur bence. İnsan birazda hissedebildiği kadar yaşar. Yoksa geçen yılların, yüzlerde ve gözlerdeki yaşanmışlığın ne anlamı var. Kalpten gelen damlalardır anlamlı kılan kirpiklerden süzülen damlaları. Yürekten gelmeyen damlalar yaz yağmuru gibidir, daha çok nem daha çok sıcak, işte bunun adı kibirdir ve kötü hislerdendir. Yaşamanın diğer adı yaşlanmak değil ki yol almış olmak, olgunlaşmak ve belki de en kötüsüdür hiç hissetmeden yaşamış olmak. Bir elin sıcaklığını gözlerdeki manayı ve belki çözebilmek hayatın anlamını.
Yaşamak asla değil doludizgin, yaşamak dura dura, manzaraya baka baka molalarda. Ve yaşamak gerçekle hayal, uyku ile uyanıklık arası bir rüya. Belki de hayat tırmanılan bir yokuş değildi dizlerde derman bırakmayan. Belki karlı bir dağdan hızla kayıp gitmek demekti yaşamak, ovalara, bağlara uçsuz bucaksız denizlere okyanuslara. Herkesin dağları sevmesi ve yaşamının dağlarda son bulması gerekmiyordu hayatta. Oysa dağlar gibi dostları olması gerekliydi insanın yaşamının her aşamasında.
Günlerin günleri kovaladığı, yılların birbirinin ardından yol aldığı yok aslında. Takvimi icat edip günleri birbirinin ardına ekleyen bizleriz. Geçmiş zamanları hatırlayabilmek adına yaptık sanırım bunu ama ne eteğimizdeki taşları döküp ders aldığımız ne de şapkamızı önümüze koyup düşünmüşlüğümüz vardır. Zaten şapkasını önüne koyup konuşan insana pek sağlıklı gözüyle bakmazlar. Gerçi burası Manisa...
Takvimlerden ve yaşamdan söz etmişken bugün 27 Haziran ne gariptir ki aynı kâbusu görmemek için uykularınızı feda ettiğiniz geceler gibi dolanır boynunuza derin bir rehavet gibi çöker anılarınıza en azından benim omuzlarıma. 27 Haziran 1998 sosyal medyanın, iletişim araçlarının günümüzdeki yoğunluğunda kullanılmadığı zamanlara rastladığı için çok az kişi için anlam taşır. Ne gariptir ki insan kendi kaderini alnının ortasına kendisi kazır. Her zaman olduğu gibi sıcağın aldığımız her nefesle içimizi yakıp kavurduğu Çukurova günlerinden biriydi. Yazmak; bir garip duygu durduramadığım ve acıları yazmak kirpiklerimden yanaklarıma dokunan en insani dokunuş. Ve ben Adana ve Ceyhan arası garip bir kuş. Saat 16.56 (genelde 16.55 geçer benim saatim bir dakika ileri olmalı) 6,2 aletsel büyüklüğü olan ve zemini düşünürsek şiddetini tahmin edemediğim bir afet. Kırk iki saniyenin bir daha bu kadar uzun, bu kadar gürültülü ve bir daha hiç kimsenin yaşamaması için dua ettiğim zaman dilimi. Yüz elli'ye yakın ölüm binbeşyüz civarı yaralanma hatırladığım kadarıyla. Acılar ne garip. Duyanlar için anlık, yaşayanlar için ömürlük, hissedebilenler için hep bir savaş tekrar yaşanmaması için.
Herkesin yolu kendine uzun, herkesin yükü kendine ağır ve herkes kendinden sorumlu değil. 30 Haziran 1998 hasar tespiti için yetkililerle göğsünü gere gere gelen müteahhit. Kendinden emin, çalmayan, eksik malzeme kullanmayan işini gereği gibi, hakkkıyla yapan insan. Keşke ismini unutmasaydım ama her zaman söylerim isimler, sesler unutulur, doğru duruşlar asla... Alnından öperim dürüst insan, bugün yaşayanlardansam senin doğru oluşun sebebiyle birazda.
Dilerim acılarımız yemeğe fazla kaçırdığımız biberden olsun. Hikâyenin sonrası mı? Dedim ya 'insan kaderini alnına kendi kazır.' 17 Ağustos 1999 ve 12 Kasım 1999 a doğru yol aldık. Sonuçta herkes kendi kaderini yaşar ama nedense hep yargılayanlar hep hayatın içinden bi haberler...
Hülya Pekçioğlu