Üstad Necip Fazıl der ki:
“Fazla ciddiye almayın dünyayı, nasıl olsa içinden canlı çıkamayacaksınız.”
Dünya da bir misafir gibi olduğumuzu çok çabuk unutuyoruz. Ölüm gerçeğini sadece kendimize çok yakın hissettiğimiz, anne-baba, kardeş, dost ve yâran gibi kişilerin başına geldiğinde hatırlıyoruz. Sonrasında yine dünyaya kaldığımız yerden devam ediyoruz. Elbette dünya da yaşadığımız süre içinde bir meşguliyetimiz olacak. Ancak bu meşguliyet bizi dünyaya bağlı kalacakmışız gibi bir hal içine sokmamalıdır. Açıkçası şunu ifade etmeliyim. Biz bu dünyaya sahip olmaya gelmedik. Dünyayı sırtlayıp götürecek değiliz. En fazla yapacağımız şey dünya hayatına şahitlik etmektir. Var birazda sen oyalan misali oyalanıp bizde bir gün göçüp gideceğiz. Rabbimiz Ankebut Sûresi 64. ayetinde bize bunu şöyle hatırlatıyor:
“(Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri) bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bunu bilselerdi!”
İşte ayet açık ve sarih. Oyun ve eğlenceye dalıp asıl yurdu unutmamız gerekiyor. Bu dünyadan göçüp gitme vakti gelmeden bu dünya hayatında gerçek hayata hazırlık yapmalıyız. Onun içinde öyle bir hayat yaşamalıyız ki, bizi öldürmeye gelen bizde dirilmeli. Bizi yok etmeyi düşünen bizimle karşılaştığında yeniden doğmalı tıpkı Hz. Ömer (r.a.) gibi.
Hepimizin bildiği malum bir hikâye var. Kureyşin ileri gelenleri gibi putperest olan ve Müslümanlara zulmeden Hz. Ömer, bir gün Kureyşlilerin yaptığı toplantı sonucunda İslam’ın önüne geçmek için Hz. Peygamber’in ortadan kaldırılması kararı gereğince bu vazifeyi bizzat kendisi üstlenir. Hiç vakit kaybetmeden yola koyulur. Artık Kureyşliler kendilerine göre Mekkelileri ikiye bölen, atalarının dini terk edenlerin başı olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’den kurtulacaklar ve bu şekilde İslam’ın yayılmasının önüne geçeceklerdi. Hz. Ömer celalli bir şekilde yoluna devam ederken, yolda Nuaym b. Abdullah’a rastlar. Nuaym b. Abdullah, Hz. Ömer’deki bu hiddeti görünce ona bu hiddetin sebebini sorar, cevap olarak Hz. Peygamberi öldürmeye gittiğini duyunca ona kız kardeşi Fâtıma ile kocası Saîd b. Zeyd’in de Müslüman olduklarını söyler. Hz. Ömer bunu duyunca öfkesi daha da katlanır ve yolunu değiştirerek önce kız kardeşi Fâtıma’nın evine gider. O esnada kız kardeşinin evinde Habbâb b. Erat Tâhâ sûresini okumaktadır. Hz. Ömer’in gelişi ile evin içinde buz gibi bir hava eser. Öfkesinden deliye dönen Hz. Ömer, kız kardeşini ve eniştesini dövmeye başlar ancak bir süre sonra kalbi yumuşar ve okuduğunuz neydi diye sorar. Bunun üzerine evin içinde saklandığı yerden çıkan Habbâb b. Erat, Allah Rasûlü Hz. Peygamber Efendimizin duasının gerçekleştiğini söyler. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
“Ya Rabbi iki Ömer’den biriyle bize güç ver” diye dua ettiğini söyler. İşte o Ömer sensin ya Ömer der. Bundan sonra Müslüman olan Hz. Ömer Müslümanlığını o esnada Erkam b. Ebü’l Erkam’ın evinde bulunan Hz. Peygamberimizin huzurunda şehadet getirerek gösterir. Bu olayla Hz. Peygamber Efendimizi öldürmek için yola çıkan celalli Hz. Ömer kendisi dirilmiştir. Yeniden doğmuş ve İslam ile müşerref olmuştur.
Allah’ın Rasûlü Hz. Peygamber Efendimiz (sav) bu konuyu özetleyici tarzda şöyle buyurmaktadır: “Din, nasihatten ibarettir.”
Yine Medine’de yaşanan bir başka olayda bize bu konuda çok güzel ışık olmaktadır.
Mus‘ab bin Umeyr (ra), beraberinde Es‘ad bin Zürâre (ra) olduğu halde Medine’de Abd-i Eşhel ve Zaferoğulları’nın yurduna gitmişlerdi.
O gün Abd-i Eşheloğulları’nın liderleri Sa‘d bin Muaz ile Üseyd bin Hudayr idi. İkisi de henüz müşrikti. Sa‘d, Mus‘ab bin Umeyr’in gelişini duyunca Üseyd’e;
“Ne duruyorsun? Bizim zayıf ve cılız insanlarımızı aldatmak için gelen şu iki adamın yanına git ve onları buradan uzaklaştır!” dedi.
Üseyd de Mus‘ab bin Umeyr ile Es‘ad bin Zürâre’nin yanlarına geldi; kötü sözler söyleyerek başlarına dikildi ve elindeki mızrağını onlara doğrultup; “Yaşamak istiyorsanız buradan çekip gidin!” dedi.
Mus‘ab (ra) ise sakin ve mütebessim bir şekilde şu mukabelede bulundu; “Eğer oturup dinlersen, sana söyleyeceklerimiz var. Sen akıl ve basiret sahibi seçkin bir kimsesin. Beğenirsen kabul eder, hoşlanmazsan uzak durursun.” dedi.
Üseyd, biraz düşünüp; “Doğru söylüyorsun.” diyerek mızrağını yere sapladı ve onu dinlemeye başladı.
Dinledikçe Mus‘ab (ra)’ın anlattığı ilahî güzelliklerin cazibesine kapılarak İslam’ı kabul etti. Sonra huzur içinde oradan ayrılıp Sa‘d’a; “Onları dinledim, anlattıklarında da bir mahzur görmedim.” dedi.
Buna kızan Sa‘d, bu defa kendisi Mus’ab’ın yanına gitti. Öfkeli idi ve kılıcını da yarıya kadar sıyırmıştı. Mus’ab (ra) onu da aynı şekilde karşıladı. Yatıştırdı. Sonra tatlı ve ruhunu okşayıcı bir üslûp ile ona da bir kısım ilahî hakikatleri anlattı.
Böylece Sa’d da, Üseyd gibi anlatılanların ulvî cazibesine kapılarak iman kevserini yudumladı.
Hiç şüphesiz bu hâl, Allah Rasûlü (sav)’in manevî terbiyesinde yetişen müstesna sahabilerin nasıl yüce bir olgunluğa eriştiklerinin bir misalidir.
O bahtiyarlar, insanın ihyasından ibaret olan İslam’ın bereketiyle; “Seni öldürmeye gelen, sende dirilsin!” düsturunun beşeriyet tarihine altın harflerle yazılmasına vesile olmuşlardır.
İşte bu iki örnek olay bizim nasıl bir düstûr içinde olmamız ve nasıl bir davranış sergilememiz gerektiğini ortaya koymaktadır. Şu da bir gerçektir ki;
Fazilet sahibi insanlar, her halükârda birtakım sebeplerle düşmanca hakaretlere, layık olmadıkları davranışlara ve durumlara maruz kalabilirler. Nitekim tarih boyunca bunun birçok örneğini görmekteyiz. Bu tarz durumlar bazen mallarına karşı, bazen de ailelerine, sevdiklerine yönelik olabilmektedir. Bazen daha da ileri giderek fazilet sahibi insanların canına kastetmeye kadar gitmektedir. İşte böyle bir durumla karşılaşıldığında aynı muamaleyle karşılık vermek, intikam alırcasına dişe diş, göze göz bir davranış sergilemek yerine, yukarıda anlattığımız örnek olaylarda olduğu gibi daha mülayim bir tavırla karşılık verebilmeliyiz.
Daha öz bir ifadeyle, bizi öldürmeye geleni, ahlaki erdemlilik ve olgunluk içinde kendimizde diriltmeliyiz. Bize diken batırmak isteyenlere, gül kokusu ikram edebilmeliyiz.