İnsan sevmeye, vermeye, öğrenmeye kendisinden başlamaz ise diğer insanlar için de fayda sağlayamaz. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz. Kendisine faydası olmayanın bir başkasına asla faydası olmaz.
Bu prensip ve düstur çerçevesinde insan öncelikle kendini geliştirmelidir. Kendimizi geliştirebilmemizin yolu da kendi değerlerimize sahip çıkarak, o değerleri kendimize yoldaş edinerek mümkündür. Kendi değerleri ile donanmış, bilgi ve kültürel noktada kendini geliştirmiş olan insanlar ancak bunu başarabilir.
İnsan önce kendini doğru bir şekilde tanımalıdır. Kendinde olmayan hasletleri başkasından beklemek nafile bir bekleyiştir. O nedenle başkasına yakıştıramadığımız davranış şekillerini veya başkasından beklediğimiz tavır ve davranışları eğer kendi dünyamızda yaşamıyor ve kendi ruhumuzda onların esintisini duymuyorsak büyük bir hata yapıyoruz demektir. Başkaları üzerinde etki oluşturabilmemiz içinde önce kendimizi doldurmalıyız. Aksi takdirde yaptığımız tasviyeler karşı tarafta hiçbir etki oluşturmayacaktır. Burada yeri gelmiş iken hepimizin de bildiği İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin hayatındaki bir hikayeyi hatırlayalım.
İmam-ı Azam’ın yaşadığı bir dönemde bir çocuk aşırı derecede bal yiyormuş. Bu aşırı bal yiyişi sonucunda da hastalanıyormuş, lakin yine de bu bal yemeyi bir türlü bırakamıyormuş. Çocuğun ailesi çocuğu bal yemekten alı koymak için birçok hekime başvurmuşlar, ancak hekimlerin tavsiyesi de çocuğun bal yemesini önlemeye yeterli gelmiyormuş. En sonunda aileye yapılan bir tavsiye üzerine İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin kapısını çalmışlar. Büyük imam Ebu Hanife kendilerine müracaat eden aileden çocuğun şikayetini, sorununu dinlemiş ve aileye şu cevabı vermiş:
“Kırk gün sonra gelin.”
Çocuğun anne babası Ebu Hanife’nin verdiği bu cevaptan hiçbir şey anlamamışlar. Çaresiz bir şekilde evlerine geri dönmüşler. Ancak “İmam’ın bir bildiği vardır” diye de düşünmeden edememişler. Aradan kırk gün geçtikten sonra aile tekrar çocuklarını da yanlarına alarak İmam-ı Azam’ın yanına gitmişler. İmam-ı Azam Ebu Hanife, baş başa çocukla kısa bir görüşme yaptıktan sonra çocuğa şunu söylemiş:
“Evladım! Bundan sonra bal yeme olur mu”.
Daha sonra çocuğun ailesine de dönerek artık gidebilirsiniz, demiş. Aile şaşkınlık içinde, “Bu kadar mı efendim” diyerek birbirlerine baka kalmışlar. Zira bir cümle için 40 gün beklemiş olmak oldukça tuhaflarına gitmiş. Ancak karşılarındaki kişinin koskoca bir imam olması hasebiyle de seslerini çıkartmamışlar ve evlerine geri dönmüşler.
Ar”dan bir müddet geçtiğinde çocuğu takip etmişler çocuk artık bal yemeği kesmiş. Haliyle bu manzara karşında çok şaşırmışlar bunun hikmeti ne olabilir merakıyla tekrar İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi ziyaret ederek, “Efendim çocuğa bir cümle söylediniz ve o günden bu yana çocuğumuz bal yemeği kesti. Çocuğumuzu bal yemekten nasıl vazgeçirebildiniz? Nedir bunun hikmeti?” diye sorarlar.
İmam-ı Azam Ebu Hanife ise gülümseyerek şöyle cevap vermiş:
“Kırk gün önce geldiğinizde ben de bal yiyordum. Bal yiyen birisinin bir başkasına “bal yeme” demesinin hiçbir anlamı olmaz ve hiçbir işe yaramazdı. Kırk gün boyunca bal yemeyi bende kestim. Önce kendi nefsimde olayı yaşadım. Baktım kendim bal yemiyorum, bal yemeyi bırakmanın mümkün olduğuna kanaat getirdim o zaman çocuğa da artık bal yememesini söyledim.” Yani sizin anlayacağınız ben bal yemeyi sürdürürken sözümüm bir tesiri olmazdı. Sözümüm tesiri olması için önce benim uygulamam gerekiyordu.” diye cevap vermiş.
Bu kıssadan da alacağımız ibretle dilimizden dökülen cümleler sadece kulaklara tesir eder. Sözlerimizin sadece kulaklara değil, kalplere ve gönüllere de işlemesini istiyorsak önce kendi gönlümüze söz geçirmeliyiz ki, karşı tarafta bir tesir, bir etki bırakabilsin. Sözlerimiz öyle gönülden söylenmeli ki, başka gönüllerde yer bulabilsin. Samimi olmayan, sadece söylenmek için söylenen sözlerin bir önemi yoktur.
Burada şunun da altını çizmemiz lazım. Sözü söyleyen kimsenin de söylenen sözle ilgili bir derdi, bir kaygısı ve bir meselesi olması lazım. Sözler söylenmiş olmak için söylenmez. Ancak kendi hayatımızda yaşadıklarımızı, pratikte uyguladıklarımızı başkalarından bekleyebiliriz.
İnsanın hayatta bir derdi olmalı. Nasıl bir dert bu denilecek olursa, mesela doğruluk üzerine, adalet üzerine, gönül yapma üzerine dertlerimiz olmalı. Önce kendimiz adaletli olacağız, sonra başkalarından adil davranmasını isteyeceğiz. Önce biz gönül yapmanın yollarını arayacağız. Sonra başkalarından gönüller yapmasını bekleyeceğiz.
Hayat felsefemiz, kendimizde olanı başkasına aktaracak bir gönül köprüsü kurmak olmalıdır. Gönül köprüsü öyle kurulmalı ki, hafif bir rüzgarda değil, fırtınalarda bile yıkılmamalıdır.