Covid-19 Koronavirüs nedeniyle bütün herkes gibi ben de Evde-Kal çağrısına uyarak evde vakit geçirmeye çalışıyorum. Evde kaldığım süre içerisinde bol bol kitap okumaya gayret ettim. Okumak için seçtiğim kitaplar farklı farklı türden idi. Bazen hatıralar, bazen romanlar, bazen ise tarihe yolculuk yapan kitapları okuyarak, kitapların dünyasında gezinme imkanım oldu. Okuduğum kitaplar ile eski bilgilerim tazelenirken, birçok konu hakkında yeni bilgiler de edinme fırsatım oldu.
Okuduğum son kitap ise bir hayli ilgimi çekti ve beni geçmişe götürdü. Kitabın yazarı kıymetli bir ağabeyimiz olan Mehmet Nuri Yardım. Kitabın adı ise “Sefertası”. İçinde sefertası konu edinilen bir hikâye ile başlayan kitabın daha sonraki bölümlerinde hatıralara yer verilmiş. Kitabın son bölümünde de, hem okuyucuların hem de bazı yazarların kitap hakkındaki fikirlerinin yer aldığı bir bölümle karşılaşıyorsunuz. Kitabı ilk elime aldığımda büyük bir heyecan duydum. Kapağı hemen çevirip beni mazinin derinliklerine götüren ‘sefertası’ hikâyesini bir solukta okudum.
Sefertası isimli hikâye ile başlayan kitabın bu bölümünde, ayakkabı tamirciliği ile uğraşan bir şahsın hayat hikâyesinden bir kesite yer veren Mehmet Nuri abimiz güzel bir betimleme ile sefertasını anlatmaya çalışmış. Ayakkabı tamirciliği ile uğraşan kişi sabah erkenden evinden çıkarak iş yerine gidiyor. Akşama değin ayakkabısını tamir ettirmek isteyenler dükkanına gelip, güler yüzlü ustanın elinde yoğrulan ayakkabılarını tamir ettirirlermiş. Ustanın bir oğlu varmış ve bu oğlu her gün öğlen vaktinde annesinin babası için evde hazırladığı yemekleri, üç gözlü sefertasına koyup bu sefertası ile babasına öğlen yemeği getirirmiş. İşinin ehli olan usta, oğlunun kendisine her gün sefertası ile getirdiği eşinin lezzetine doyum olmayan yemekleri afiyetle yerken bir yandan da şöyle düşünürmüş. Bu sefertası ben iş yerinde olsam bile evim ile işyerim arasında köprü kurmakta hanımımın yaptığı yemekler bana ayrı bir lezzet veriyor. Bu yemek ile karnını doyuran usta, işine daha bir sadakat ve aşk ile devam edermiş.
Bu eşsiz mana yüklü hikâye ile bize sefertasını tekrar hatırlatan bu kitabı okuduğumda, kendimi kitabın içinde buldum ve çocukluk yıllarıma gittim. Bizim çocukluk zamanlarımızda sefertasları çok meşhur idi. Babalar işe giderken annelerin karınca kararınca ne varsa evdeki imkanlar ile hazırladıkları yemekleri koydukları sefertaslarını yanlarına almadan evden çıkmazlardı. O zamanlarda bugünkü gibi lokantalar yoktu. Yine bugünkü gibi yemek firmaları da yoktu. Herkes öğlen yemeğini evinden kendisi getirirdi. Yemeklerin içine koyulduğu kaplara da sefertası denilirdi. Bazen iki göz, bazen üç göz olurdu. Sefertaslarındaki yemekler korunaklı olur ve iş yerinde yemek saatinde küçük piknik tüplerinde biraz ısıtılarak afiyet ile yenilirdi.
Şimdilerde nostaljiden öteye gitmeyen sefertaslarından hayatımda çok yemek yemek nasip oldu. Babam Soma’da kömür işletmesinde -ki, biz o zamanlar kısaca maden diyorduk- çalıştığı dönemlerde zaman zaman beni de yanında götürürdü. Babam ile gittiğim o günler belki de hayatımın en güzel ve en tatlı günleri idi. Zira çocuklar babalarının iş yerlerine gitmek için can atarlardı. Bende de böyle bir arzu hep olurdu. Ayrıca babamla her zaman gurur duyuyordum. Babam emekçi birisi idi. Emeği ile ekmeğini kazanıyordu. Bizim o zamanlar bir sloganımız vardı. “Bir avuç kömür için bir ömür verenler” işte benim babam da bir avuç kömür için ömrünü feda eden yiğitlerden biriydi. Emeğiyle ekmeğini taşın suyunu çıkartır gibi çıkartmaya çalışırdı. Babam beni de zaman zaman yanında işyerine götürürdü. Ekmek nasıl kazanılıyor bana göstermeye çalışırdı. Ne zor şartlarda ekmek kazanıyoruz, demeye getirirdi adeta. Öğlen yemek vakti geldiğinde annemin el emeği göz nuru ile ve dahi sevgisi ile hazırlayıp sefertasına koyduğu yemekleri ısıtır, akabinde de sefertasının içinden çıkarmadan yerdik. O dönemlerde yine herkese ayrı ayrı tabaklar verilmezdi. Bu kültür bu zamana ait bir şey. Sefertasındaki yemekler öyle bir lezzet ile yenilirdi ki tadına doyum olmazdı.
Bugün bu kültür tarih oldu. Artık herkes öğlen yemeğini, bulunduğu işyerine catering firmaları tarafından getirilen yemekten yada dışarıdaki bir lokantaya giderek yer oldu. Evde kıt olan imkanlar ile hazırlanan yemeklerin yerini birkaç çeşitten oluşan yemekler aldı. Eski zamanlarda büyük bir lezzet ile yenilen sefertasındaki yemeklerin yerini alan bugünkü yemekleri bile beğenmez hale geldik. Kapitalizmin bir gereği olan çılgınca tüketim bizleri ne hazindir ki, tükettikçe tüketmeye sevk ediyor. Kapitalizm bizleri tükettikçe haz duymayan kimseler haline getirdi. Ayrıca gelişen teknoloji ile dünden çok hızlı koptuk. Dün kullandığımız aletleri bile hayal edemez, hatırlayamaz olduk. Teknoloji bizleri o kadar çepeçevre kuşattı ki, ondan bir dakika ayrılamaz, onsuz bir hayat düşünemez olduk. Elbette teknolojinin nimetlerinden doğru bir şekilde istifade edeceğiz. Hayatımızı kolaylaştıran bu teknolojiyi doğru yönde kullanacağız. Ancak kendimizi de teknolojinin esiri haline getirmemeliyiz. Yarına bakarken dün nereden geldiğimizi unutmamalıyız.
Sefertasının şöyle güzel bir tarafı daha vardı. Ne kadar evden uzak işyerinde olsak bile evimizle bizim aramızda bir köprü vazifesi görürdü. Evden hiç kopmamış olurduk. Bana geçmişi ve yaşadığımız mana dolu hayatımızın kesitlerini hatırlatan Sefertası isimli kitabı iyi ki okumuşum. İyi ki böyle bir eser kaleme almış yazar Mehmet Nuri Yıldırım.
Kendisine bu satırlar vasıtasıyla en kalbi şükranlarımı iletiyorum. Teşekkürler Mehmet Nuri Yıldırım.