Bir gün etrafında bulunanlar Veysel Karani Hazretleri’nden kendilerine nasihat etmelerini isterler. O mübarek zatta söze bir soru sorarak başlamış ve demiş ki,
“Allah’ı bilir misin?”
“Elbette bilirim” demiş nasihat isteyen kimse. “Öyleyse başkasını bilmesen de olur” demiş.
Tekrar kendisine dönüp bir nasihat daha etseniz demişler.
Bunun üzerine Veysel Karani Hazretleri şunu söylemiş. “Allah seni bilir mi?”
Nasihat isteyenler “Elbet bilir, O gizli açık her şeyi bilendir.” demişler.
Bu cevap üzerine Veysel Karani, “Öyleyse başkası seni bilmese de olur.” diyerek sözünü tamamlamış.
Bu kıssadan yola çıkarak şunu ifade edebiliriz. Günümüzde maalesef çok fazla kendini ilah konumuna koyan, sorgulamayı çok seven insan tipleri çoğaldı. Aslında insanlar, insanlara yeryüzünde yaşadıkları süre içerisinde, insani ihtiyaçlar ne ise, yani dünyalık ihtiyaçlar ne ise onu sormaları gerekirken, hiç üzerlerine vazife olmayan sorgulama hatta sorgulamayı geçtim, yargılamalar yapar oldular.
Allah’ü Teala her kulunu biliyor. Ne yaptığını, ne yapmak istediğini bile biliyor. Değil mi ki O, Kaf Suresi 16. ayette buyurduğu gibi;
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.”
Bu ayette ifade edilen şah damarından daha yakınız ifadesi Allah’ın ilminin mükemmel oluşunu ve her şeyi kuşattığının bir göstergesidir. Yine şah damarı ifadesinin zikredilmesinin bir başka nedeni ise, insan vücudu içerisinde ruha en yakın ona yataklık yapan organın şah damarı olmasından dolayıdır.
Rabbimizin bize bu kadar yakın ve bizi, bizden daha iyi bildiği aşikar iken başkaları bizim için nasıl hüküm verebiliyor. Bunu anlayabilmek, kavramak gerçekten çok zor. Herkes haddini bilmelidir.
Aslında dünyaya gönderiliş gayemiz, Allah’ın rızasını kazanmak. Bu rızayı kazanabilmek içinde yapılması gereken hayırlı ve güzel işler ne ise onları yapmak asıl vazifemizdir.
Her kul kendini ve ne yapmak istediğini bilir.
Lakin günümüzde ne hikmetse, kullar kendi vazifelerini bir kenara koydular, Allah’ın kullar üzerindeki tasarrufuna soyundular. Kimin cennete gideceğine, kimin de cehenneme gideceğine, kimin niyetinin ne olduğunu ancak Allah bilir. Allah’ın rahmet, merhamet ve rahman sıfatları bir kenara kaldırılarak haşa “O” iyi bilmez, aslında sen busun, senin yerin şurada veya burada sen böyle yapmak istesen de senin niyetin bu diyerek, niyet okumaya başlandı. Belki de bu durum sözün bittiği yeri gösteriyor.
Kişi yaptığı ve niyetinde olduğu şeyde halis ise ve Rabbimiz onun niyetini biliyorsa, kulların bilmesinin bir anlam ve ehemmiyeti yoktur.
Niyet okuyucularının sayısı bugünlerde daha da artmıştır. Herkeste tek doğru kendini görme ve kendinin dışındaki herkesi, yanlış görme anlayışı hakim olmuştur. Eğer benim gibi düşünmüyorsan, benim tasavvur ettiğim gibi tasavvur etmiyorsan, hiç sıkılmadan senin yerin cehennem, diyebilmekte. Adeta cennetin veya cehennemin tapusu kendisine verilmiş gibi davranmakta. Halbuki, kimin nereye gideceğini kullar değil Allah daha iyi bilir. Zira Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatlarının tecellisi nasıl gerçekleşecek onu biz bilemeyiz. O sadece Rabbimizin tasarrufunda olan bir durum. O nedenle biz kendimizi, niyetimizi biliyor isek ve bizim bu ahvalimizi Allah’ın daha iyi bildiğinin de farkında isek herhangi bir sorun yok, demektir. Varsın insanlar niyet okumaya devam etsin. Varsın insanlar kendi zaviyelerinden sizin için kararlar versinler, bütün bunların zerrece ehemmiyeti yoktur.
Rabbimizden duamız ve niyazımız şudur;
Bizleri hak yoldan asla ayırmasın. Hak yolda mücadele edebilme azmimizi ve şevkimizi eksiltmesin. Bize şahdamarımızdan daha yakın olan Rabbimiz, bizim niyetimizi herkesten daha iyi bilmektedir. Hakkımızda niyet okuyucuların şerrinden de bizleri muhafaza buyursun.