Günümüzde maalesef herkes işin kolayına kaçmaya çalışıyor. Hiç kimse zor işe talip olmak istemiyor.
Eskiden toplumumuzun büyük çoğunluğu tarla, bağ, bahçe işleri ile uğraşırdı. Özellikle tarlalarda yazın sıcağında çalışmak bir hayli zor ve meşakkatli idi. Ancak buna rağmen hiç yüksünmeden herkes çalışırdı ve hayatından da memnundu. Kimse şikayetçi olmazdı. Mutlu bir şekilde hayatını idame ettirmeye çalışırdı.
Şimdilerde ise hiç kimse ağır işler de çalışmak istemiyor. Kolay iş yapacak, rahat iş olacak ve kazancı da bol olacak. Böyle bir anlayış hakim. Bu kolaycılık anlayışı sadece dünyamızı idame ettirecek bir iş arayışı içinde olduğumuz süreçte geçerli değildir.
Mesela rızık temini için bir işyeri açtığımızda veya bir pazarda bir şeyler satmak için açtığımız tezgahta müşteri ayağımıza gelir. Bir de günümüzde çok yaygın olan pazarlama taktiği ile iş yapanlar ise biraz zoru tercih ederek müşterinin ayağına gider ve müşteriyi ikna etmeye çalışır. İşte bu iki iş alanında gördüğümüz gibi müşteriyi ikna yoluyla ayağına giden kişi zor işe talip olmuştur.
Burada zor işe talip olmak ile benim asıl değinmek istediğim konu biraz daha farklı. Tebliğ çalışmalarımızda bugün geldiğimiz noktada nasıl kolaycılığı tercih eder hale geldik, bunu sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Hz. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hayatına baktığımızda şunu görüyoruz. Kendisine Peygamberlik gelmeye başladığından, Ahirete irtihaline kadar ömrü tebliğ etmekle geçmiş. İnsanlar gelsin kendisinden dini öğrensin, Rabbinin ayetlerini öğrensin modunda hiçbir zaman olmamış. Bütün vaktini “bir kişiyi daha İslam Dini ile tanıştırabilir miyim, bir kişinin daha hidayetine vesile olabilir miyim” diyerek mücadele ederek geçirmiştir. Yetiştirdiği Sahabe-i Kiram’a da aynı şeyleri tembihlemiştir. Onlarda bir süre sonra sıcak yataklarını, yurtlarını, ocaklarını terk ederek diyar diyar tebliğde bulunmak gayesiyle dolaşmışlar.
İlim ve irfan noktasında kendini yetiştirmek isteyenler de aynı duyarlılıkla çok ciddi fedakarlıklar göstererek aylarca yol katetmişler. Ve böylece tarih boyunca duyarlı ve dertli insanların tebliği hiç bitmemiş.
Bugüne geldiğimizde bizleri rehavet o kadar çepe çevre sarmış ki, atalarımızdan miras usulüyle elde ettiğimiz yüce dinimizi korumak ve onu gelecek kuşaklara aktarabilmek için ciddi bir çabamız neredeyse yok. Bugün Devletin kontrolünde ve kanunlar çerçevesinde kurulmuş Diyanet Teşkilatımız var. Bu Diyanet Teşkilatında yüz binlerce görevli insan var. Cami olmayan köyümüz, mahallemiz hemen hemen yok. Bu camilerimizin hepsinde en az bir imam bazısında ise müezzin ile birlikte çift görevli bulunmakta. Vakti zamanında bir dostum şunu ifade etmişti. Camiler doğru kurgulanabilse ve doğru kullanılabilse, her biri birer tebliğ üssü olabilir, demişti. Gerçekten de bu düşünceye katılıyorum. Bugün din görevlileri camiye cemaat geldiğinde mikrofonu hiç elden bırakmadan vaaz ve nasihat etmeye başlıyorlar. Zaten camiye gelen cemaatin büyük çoğunluğu bu işin şuurunda ve bilincinde olan insanlar. Burada önemli olan camiye gelmeyenlere ulaşabilmek ve onlara tebliğ vazifesini yapabilmektir.
Ekim ayı ilk haftası ülkemizde Camiler ve Din Görevlileri haftası olarak kutlanılmaktadır. Camilerde veya şehrin merkezinde bulunan kültür merkezlerinde bir takım bu haftanın önemine binaen bazı faaliyetler yapılmaktadır. Yapılan bu faaliyetleri hafife almıyorum. Ancak yetersiz buluyorum. Asıl yapılması gereken iş her cami imamı kendi mahallesindeki insanlara ulaşmak için bir çabanın içinde olması, hatta mümkün mertebe sıradan ev ziyaretleri yapmasıdır. “Ben bu caminin imayım, bu hafta ülkemizde camiler haftası olarak kutlanıyor, bu çerçevede camimizi ve dinimizi size tanıtmaya geldim” demeli. Tebliğ faaliyeti olmadan din tanıtılamaz. Camiler doldurulamaz. Camileri doldurmak istiyorsak cemaat kazanmak istiyorsak emek sarfedeceğiz. Eğer emek sarfetmez ve sürekli cemaat yok yakınmasında bulunursak vazifemizi yapmış olmayız.
Burada bir anekdot anlatarak, bir hatıraya yer vermiş olayım. Rahmetli Abdülmetin Balkanlıoğlu hocamız 28 Şubat sürecinde görev yaptığı İstanbul’un Fatih ilçesinden bugün Başakşehir ilçesinin sınırlarında bulunan o zaman köy olan, Kayabaşı köyüne tayin edilir. İlk göreve geldiğinde bir vakit namazında Camide ezan okur, camiye gelen giden olmaz. Birkaç kez ezanı tekrarlar yine gelen giden yok. Bunun üzerine Sela okumaya başlar. Sela okunduğunu duyan köylülerden bir kaçı camiye gelir ve kimin öldüğünü öğrenmeye çalışırlar. Abdülmetin hocamıza dönerek, “hocam Sela okudunuz, kim öldü acaba?” diye sorduklarında, Hocamız camiye gelerek soru soran köylülere; “köylüler olarak hepiniz ölmüşsünüz” der. Köylüler bu cevap karşısında şaşırırlar tabi olarak. Hocamız sözlerinde şöyle devam eder. Ezan okuyarak sizleri camiye ve namaza davet ettim. Ancak içinizden hiç kimse camiye gelmedi. Bende madem bu köyde camiye gelen giden kimse yok, bu köyde yaşayan kalmamış diyerek sela okudum, der. Tabi o günden sonra kendi uslübu ile köylüleri camiye alıştırır ve cami cemaatle dolmaya başlar. İşte bu rahmetli hocamızın taktiğini göz önüne getirerek hareket etmek lazım.
Hazır camiye cemaat gelsin, onlara birkaç ayet hadis okuyayım, namaz kıldırayım, vazifemi yapmış olayım. Ay sonunda da maaşı alayım, hayatıma bakıp gideyim mantığından artık çıkılmalı. İmamlar ve bütün din görevlileri birer tebliğci gibi halkın içine karışmalı, onlara tebliğ vazifesinde bulunmalı, tavır ve davranışları ile de örnek olmaya çalışmalıdır. İmamlar gerçekten vazifesini bi hakkın yapmış olsa bu ülkede birçok kötülüğün önüne geçilmiş olunur.
Bu temenni ve dualar ile Camiler ve Din Görevlileri haftasının hayırlı olmasını temenni eder, din görevlilerinin çalışmalarında başarılar dilerim.